Hayatının en önemli kararını verdiğinden haberi yoktu bu mesleğe girerken. Bıraktığı kariyeri ve şehri hiç aklına gelmemişti iş sözleşmesini imzaladığı o kasım son baharının kasvetli gündüzünde. Bilemezdi geçmişi özleyeceğini. İçini kasıp kavuran ”Neden geldim buraya?” sorusuna veremediği cevap onun bilinç dışında kime kendini kanıtlamaya uğraştığının öznesiydi. Zamanla geçeceğine inandığı bir sistem aksaklığı, bir tavır yanlışlığıydı; tutunduğu umut buydu. Ama yapamadı. Sibel’in umut dediği diğerlerinin öğrenilmiş çaresizliğiydi mutemadiyyen ve evrilmeyecekti asla bu çaresizlik. Sonuna kadar giderim sandığı mesleğini zirvede bırakmak zorunda kalmıştı. Kimseden yardım dilemedi, dilemediğine de pişman oldu. Kifayetsiz, karakteri böyleydi. Öncüydü, kararlıydı ve en acısı yalnızdı. Boğulmuştu koca denizde. Kurtaranı olmadığı gibi ölmesine sevinenlerle doluydu etrafı. Olabilirdi... Bata çıka, su yuta yuta yüzüp karaya çıkacak ve yeniden yaşamak için diğer kulvardaki öğrenilmiş çaresizlik üyeleriyle çevrili küçük bir şehirde bir kulübe daha inşa edecekti. Yapayalnız bedeniyle somut varlıklarının esamelerinin okunmadığı bu topluluk içinde öğrenemediği rol yapma sanatını yalapşap sergileyip çekilecekti bu sahneden bir gün, herkes gibi...